top of page

Joker Filmi Üzerine; Bir Antikahramanın Ruhsallığı

  • Yazarın fotoğrafı: Deniz Şibka
    Deniz Şibka
  • 27 Kas 2024
  • 2 dakikada okunur



Joker’in (2019) Joaquin Phoenix tarafından usta bir oyunculukla canlandırıldığı versiyonunda, toplumda yer edinemeyen ve sürekli diğer insanlar tarafından örselenen kurban rolündeki karakterin bir antikahramana dönüşümünü izleriz. Film, aynı kahramanın ruhsal dünyası gibi kaotik Gotham Şehrinin sokaklarında, kasvetli binalarında, Arthur’un zihninin gerçekliği ve dış gerçeklik arasındaki git geller halinde ilerler.

Arthur’un bağımlı ilişki kurduğu annesinin sanrılı psikotik bozukluktan muzdarip olduğu, Arthur’un da aynı durumu paylaştığı söylenebilir. Filmde kırılma noktası işten haksızca aşağılanarak kovulduğu andan sonra ilk cinayetini işlediği an gibi görünse de; Arthur sonradan annesinin arşivdeki hastane kayıtlarını görür. Annesinin, patronundan çocuk sahibi olduğuna dair sanrı sistemine Arthur’un evlat edilinerek dahil olduğunu, kendisinin annesi tarafından defalarca ihmal ve istismara uğradığını öğrendikten veya ‘anımsadıktan’ sonra ölüm dürtüsünün tüm ruhsallığını istilasına tanık oluruz. Arthur, Joker kimliğiyle kendi içsel dünyasında var olan şiddeti, nefreti ve kaosu dışa vurur. 

İnsan yavrusu yaşamın ilk dönemlerinde zayıf bir benliğe sahiptir, içsel ve dışsal uyaranları üzerinde kontrol sahibi değildir, bunların ağırlığı altında ezilecek gibidir. Bu noktada annenin kendini bebeğe bir nesne olarak sunduğu, yardımcı bir ego gibi görev yaptığı söylenebilir. Bu sayede bebek ruhsallığındaki ölüm dürtüsüne bağlı yıkıcılıkla, kötü nesne temsilleri ile baş edebilir ve ruhsallığında onu koruyan yaşam dürtüsüne bağlı iyi nesne temsillerinin de varlığına güven duyar. Dünya bu sayede daha güvenilir bir yer haline gelir, zamanla bu iyi/kötü nesne temsilleri birleşir ve bütünlüklü bir öteki ve kendilik imgesi oluşur. Ölüm ve yaşam dürtüsü dengeli bir varlık sürdürebilir. 

Arthur içinse erken çocukluk döneminde tam tersine kendi ihtiyaçları ve yıkıcılığı ile kalakaldığı, sağlam iyi nesne temsillerinin yeterince oluşamadığı söylenebilir. Arthur’da annesine karşı harekete geçen sevgi/nefret üzerine ikili yapı bütünleşmemiş, annesinin onun için bir yandan sevgi nesnesi iken diğer yandan kötücül, zarar verici bir nesne olarak algılanmasına nitekim en son annesini öldürmesine kadar ilerler.
Arthur’un hayatında güçlü bir baba figürünün de eksikliği, annesi ile ilişkisine bir üçüncünün dahil olmasını, annesinden ayrışmasını engellemiştir. Kahramanımız Film boyunca baba figürü olarak gördüğü karakterler tarafından reddedilmiştir. Arthur ise her reddedilmenin, narsisistik kırılmanın ardına gerçekliğin bir inkarı olarak kabul gördüğü, alkışlandığı bir varsanı koyar. 

 Bir bebek iken başlayan örseleyici hikayesi, yetişkinken de toplum nezdinde tekrarlanmaya devam eder ve toplumda zayıf, dezavantajlı addedilen grup içerisinde yer alan akıl hastalığı olan bireylerin karşılaştığı damgalanma, dışlanma gibi sorunlar da izleyici ile buluşturulur. Toplumun ona karşı düşmanca tutumu, Arthur’un dış dünyayı tamamen tehditkar bir nesne olarak algılamasına neden olur.  Zihninde kurguladığı sevgilisi ve onun şefkati, ideal nesne arayışına dairdir. Bu, Arthur’un annesi tarafından sağlanamayan sevgi ve kabul ihtiyacını karşılamaya çalıştığı bir fantezi dünyasıdır.

Arthur, ruhsal olarak yaşamın ilk yıllarına doğru geriler, hatta bir sahnede buzdolabının içine ana rahmi gibi cenin pozisyonunda kendini kapatır. Süreç içinde tümgüçlü bir şekilde kurban rolünden sıyrılarak ona zulmeden ‘zengin’, güçlü ötekilere yıkıcılığını yöneltir, bu kişiler onun alamadığı şeyleri almış, hayata ondan önde başlamış kişiler olarak Arthur’un haset ve intikam duygusunu harekete geçirir.


Klinik Psk. Deniz Şibka
Yetişkin Bireysel Psikoterapi

 
 
 

Comments


bottom of page